Kapı Açıkken Düşünmek…
Kapalı kapıların ardındaki
karanlığı kaç kişi bilir adı gibi? Merak oluşturması kapalı kapıların,
insanların umuda ihtiyacından mıdır? Aralığından sızan vanilya kokusundan mıdır?
İnsanlarda, perdesini yitirmiş seyirci duygusunu uyandırmasından mıdır?
Sevişmelerin savruk hırçınlıklarını çağrıştırmasından mıdır?
Yalnızlığın doğurduğu kıskançlıktan mıdır? Sahip olamayışların yeşerttiği
nefretten midir? Ön yüzünde kapıların, gözümüzün aşina olduğu “Do not
disturb” türünden sözlük gerektiren, heves kıran yazılardan mıdır? Yoksa
yüreğinin titrek vuruşunu insanın, kapının ardında vurduğunu düşündüğü
yüreklerin sıcak vuruşlarıyla hemhal etmek istemesinden midir? Bilinmez. Hem kapalı
kapılar ne kadar sevilmez…
Düşünüyorsun. Soğuktu, ceplerin ellerini
ısıtmıyordu. Rüzgar gözlerini yaşartıyordu. Ne kadar yürüdüğünün ve daha ne
kadar yürümen gerektiğinin büsbütün farkındasın. Adımlarını sayarak
yürüyorsun. Yürürken gideceğin yeri düşünüyorsun, bir taraftan adımlarını
sayarken: Onüçbinikiyüzdoksanyedi, onüçbinikiyüzdoksansekiz…Kapıya varışını
düşünüyorsun; içerde bir insan sesi şenliği. Aslan başlı zil butonu; aslanın
ağzının içindeki düğmeye basıyorsun. Onüçbinikiyüzdoksandokuz. Kapıyı,
açmasını istediğin arkadaşın açıyor. Hoşgeldin Redkit. Yo, olmadı. Redkit’in
bir köpeği ve bir atı var. İsimleri de var. Hoşgeldin Tarkan. Bu da olmadı.
Tarkan’ın da Kurtu var. Kurt’un adı yok; cins isim. Onüçbinüçyüz. Malkoçoğlu
da olmaz, prenseslerle yatıyor. Tamam buldum: Süpermen. Onüçbinüçyüzbir. O’da bu
dünyaya ait değil. Hoşgeldin Süpermen. Hoşbulduk. Süpermen’in yanaklarına iki
sanal öpücük; içeri girsene. İçeri giriyorsun, hoşgeldin süpermenler ve sanal
öpücükler. Sırtını kalorifere yaslayıp, ellerini ısıtıyorsun. Yürürken
tökezleme ki, onüçbinüçyüziki, sayıyı şaşırmayasın. Yemek istemeye
utanıyorsun. Sağolsun arkadaşın sıcak çorbayla başlayan bir gece yarısı sofrası
kuruyor. Karnını doyuruyorsun. Onüçbinüçyüzüç. Ayaklarını uzatıp uyumak
istiyorsun. Adımlarını çabuklaştırıyorsun. Onüçbinüçyüzdört,
onüçbinüçyüzbeş……. İşte bu sokak; sağa dönüyorsun. Yaklaştıkça
hızlanıyorsun. Onyedibinaltıyüzoniki, merdivenler; hemen çıkıyorsun. Üç merdivene
bir adım. Onyedibinaltıyüzotuzaltı. İşte kapı.Aslanbaşlı zil butonu; aslanın
ağzında ki düğmeye basıyorsun. Zilin sesi içerdeki sessizliği yırtıyor. Sessizlik
zilin sesini yutuyor. Tekrar basıyorsun; kapı açılmıyor. Elini çekmemişsin, aslan
elini ısırıyor, elin kanıyor; kapı açılmıyor, bekliyosun; hala açılmıyor.
Merdivenin ışığı sönüyor. Karanlık. Kapının merceğine dayıyorsun gözünü;
içerisi daha karanlık. Süpermen olsan bile tek huzme ışık göremezsin içerde.
İçinde öfkeyle nefret birbirine karışıyor. Boğazın düğümleniyor.
Yutkunamıyorsun. Ellerin üşümüş, ceplerin yılan dişi. Merdivenleri birer birer
iniyorsun. Süpermene küfrediyorsun. Ağlamak üzeresin; kendini yatıştırmaya
çalışıyosun. “Negri çaw deryayi, negri.” Dışarı çıkıyosun.
Ağlamamışsın. Yürüyorsun kirpiklerinde iki buz tanesi. Sesin boğuk çıkıyor.
Yunus Emre oluyorsun, “Mahzun bir derviş gibi boyun büküp gidiyorsun.” Kapının
ardındaki karanlığı çok iyi tanımışsın, düşünüyorsun.
Düşünüyorsun. İmarethanenin anlamını
henüz öğrenmemişsin. Açlığını kar suyuyla bastırmaya çalışıyorsun. Elindeki
karı eritemiyorsun; ellerin kardan soğuk. Umarsız. Beyninin susturduğu insanlara
sığınıyorsun. Bayat ekmeğe iki bardak çayı katık etmek istiyorsun. Ayakların
üşüyor. Ne kadar yürüdüğünün ve daha ne kadar yürümen gerektiğinin dipdiri
farkındasın. Tembel evlerini teftiş eden tebdili kıyafet padişah değilsin elbet.
Kürek tutan, küt parmaklı inşaat işçilerinin yarı bodrum pansiyon odasıdır
kapısını çaldığın. Meni lekeli çarşaf kokusu, ter kokusu, vanilya ile tütün
kolonyası karışımı açlığı çoğaltan çikolata kokusu, elbirliğiyle hücum
ediyor burnuna kapı aralığından. İnşaatçıların ölüm çökmüş uykularına.
Sokrates olamıyorsun; devrimci bir militan oluyorsun. Adına savaştıklarının kapalı
kapılarının dışında kalıyorsun. Karla karnını doyuramıyorsun. Tanrım, Nietzsche
gerçekten öldürdü mü seni? Öldürmediyse ben neden açım? Somalili oluyorsun.
Burnunda vanilya kokusu, düşünüyorsun.
Düşünüyorsun. Görülmediğin ölçüde
görmek, bilinmediğin ölçüde bilmek istiyorsun. Seyretmek ve taktir etmek istiyorsun.
Sokaklar bomboş. İn cin top oynamıyor. Rolü gereği ölen yaşlılar yok. Evlenen
çiftler, “Boya cila yimbeş” çocuklar, çocuğunu okula gönderen anneler yok.
Anneleri döğen babalar yok. Rolü gereği terkedilen genç kızlar yok. İntihar eden
filozoflar, tamirciler, ressamlar, öğrenciler, biletçiler, taksi şöförleri,
transeksüeller, balık lokantası aşçıları, hiçkimse, hiçkimse yok. Bir
tiyatrodasın, sahnede kimse yok. Sinemadasın; sinema perdesiz, ışıklardaki adamlar
sonsuza gidiyor. Kapılar kapalı, şahit olamıyorsun; ürküyorsun. Kapıların
ardındakiler göremiyorlar tüylerindeki dikey devinimleri. Umutsuz yürüyorsun. Rolün
gereği öleceğini düşünüyorsun. Biraz Tanrıya inanıyorsun. Kötü bir sürprizle
karşılaşmamak için, Muhammed’e “Hazreti” diyorsun; İsa’ya hırsız desen de
farketmez. Azraili bekliyorsun. Bütün ruhlar uykuda. Azrail meşgulmüş,
gelmiyor. Demir ayakkabılı büyücü oluyorsun. Tiyatrodasın, kapılar kapalı perdeler
açık; düşünüyorsun.
Düşünüyorsun. Tanımsız güzellikte bir
bahçedesin. “Lütfen Çimleri Çiğnemeyiniz” yazısı görülmüyor etrafta.
Rahatça yürüyorsun. Yeşillikler içinde enfes bir tağınak, başka her güzelliği
gölgede bırakacak güzellikte. Dosdoğru tapınağa gidiyorsun. Tapınağın
asansörüne biniyorsun. Asansör seni bulutların üstüne çıkarıyor. Beklenilen biri
değilsin. Yine de buyur ediyorlar. Tanrıların sofrasına kuruluyorsun. Jüpiter: “Ben
senin babanım” diyor. Sesinden anlıyorsun onun Mega Tanrı olduğunu. Sevinsen mi
üzülsen mi şaşırıyorsun. Sağ bacağın tanrı, sol bacağın annen oluyor.
Şaraplar Diyonisos’tan; kaç bin yıllık ayyaş, tanır şarabın iyisini.
Bardağını Zühre dolduruyor, Venüs’le şerefe yapıyorsun. Venüs çok güzel. Ümit
ediyorsun. Yaralanıyorsun. Sen kim, Venüs kim; kaç dakikalık Yarı Tanrı’sın ki.
Sarhoş olup kalkıyorsun. Asansöre binip tapınağa iniyorsun. Yeşil çimenlerin çiy
tanesi ıslaklığını duyuyorsun ayaklarında; sol ayağın seviniyor, sağ ayağın
kibirli. Bahçeden çıkmışsın. Damağında hala şarabın buruk, çakırkeyf tadı.
İnsanlara tanrı sofrasını anlatıyorsun. Tanımadıkları zevkleri açıklamaya
yırtınıyorsun. Jüpiter’in öfkeli sesi çınlıyor kulaklarında. İstihbarattan iki
eleman tutukluyor seni. Kararı elden getirmişler. Gözlerini bağlayıp işkence
ediyorlar, üstünde yürüdüğün yerlerin altında sana. Gözlerinin önünde Venüs.
Boynuna “İşkence Yoktur” yazısı asıp götürüyorlar seni. Sol ayağın
morarmış, topallıyorsun. Tuz gölüne sokuyorlar boğazına kadar. Ayılıyorsun.
Acıkmışsın. Susamışsın. Tuz gölünde bir ağaca bağlısın. Meyveleri
dudaklarının hizasında, uzandıkça yukarı çekiliyor meyveler, aç kalıyorsun. Tuzlu
sudan içmek istiyorsun, uzattıkça dudaklarını, aşağı çekiliyor su. Açsın.
Susamışsın. Venüs Jüpitere yaltaklanıyor. Jüpiter erkek… Yarı Tanrı olmadan
önce seviştiğin köylü kızlarını hatırlıyorsun. Bir amazonun keskin kılıcı
çözüyor bağlarını. Tapınağa koşuyorsun. Asansörü çağırıyorsun. Asansör
çalışmıyor. Merdivene koşuyorsun. Merdiven bulutlara çıkmıyor. Ah Zeus! Babana
küfrediyorsun. Jüpiter kapatmış kapıları. Venüsle sevişiyor olmalı. Jüpiteri
kıskanıyorsun. Asansör kapalı. Yenilmişsin. Eros olamıyorsun; sol ayağın ıslak,
sağ ayağın küstah, Tantal oluyorsun. Acıkmış, susamışsın; oturmuşsun çimlere
düşünüyorsun.
Düşünüyorsun. Ses kirliliği var
etrafında. Düzeltme yapıyorsun. Bir yanlış düzeltiyorsun. Bir yanlış daha
düzeltiyorsun. Bir yanlış daha. Bir daha… Yanlış atılmış adımını
düzeltiyorsun. Yanlış taranmış saçını düzeltiyorsun. Yanlış kodlanmış imgeni
düzeltiyorsun. Yanlış çekilmiş acını düzeltiyorsun. Yanlış bağlanmış kalbini
düzeltiyorsun. Yanlış sararmış benzini düzeltiyorsun. Yanlış adanmış aşkını
düzeltiyorsun. Yanlış saklanmış elini düzeltiyorsun. Ömrünü düzeltiyorsun;
Silinmeye yaşanmış ömrünü… Yoruluyorsun. Pişmanlık duymayanların
“Hiçbirzaman” düşüncesiyoktur. Yürüyorsun. Yorgun. Pişman. “Hiçbirzaman”
aklında. Solgun çarşıdan mumdan bir heykel alıyorsun. Mumun fitili tepesinde. Fitili
yakınca, heykelin beyni eriyor. Bir tane ateş düşürücü alıyorsun. Heykel gibi
olman an meselesi. Başını musluğun altına tutuyorsun. Böğürmen gerek, dişini
sıkıyorsun. Başın ellerinin arasında; iki büklüm kıvranıyorsun; yorganı
ısırıyorsun. Yan odada arkadaşın. Anlatmak istediğin ne kadar çok şey var.
Susuyorsun. Ağlıyorsun. Sigara! Sigara içiyorsun; üç dakikada beş sigara; kesmiyor.
Dışarı atıyorsun kendini. Herkes mutlu görüntüler sergiliyor. Gece yarısı
büfesinde bir şarkı: “Yalanmış hepsi yalan, Sevmek diye bir şey vardı, Sevmek
diye bir şey yokmuş.” Çarpılıyorsun. Atları çağırıyorsun kutsanmış soylu
atları. Atlar neredesiniz, koşun! Atlar sağır, atlar gelmiyor. Eve dönüyorsun.
Arkadaşın evde; O’na sığınacaksın. İçeri giriyorsun. Kelimeler dilinden
taşıyor. Kapalı kapısında asılı bir sancı arkadaşının “Do not disturb”.
Kasılıyor yüreğin. Öğrenci oluyorsun. Okuldan atılıyorsun. Arkadaşın acılarına
kardeş olmuyor. Acına kanıyorsun; düşünüyorsun.
Düşünüyorsun. Posta kutusunun
başındasın. Açıyorsun, içindeki güvercinin ayağındaki muştuyu okuyorsun.
Gözlerin Akdenizden daha deniz. Muştuyu kalbindeki sevince yerleştiriyorsun. En
sevdiğin yerlerinde İstanbul’un, dolaştırıyorsun. Yürüdükçe büyüyor sevincin,
taşıyamıyorsun. Bir kısmını tinerci çocukların tinerlerine karıştırıyorsun,
poşetlerindeki. Çekiyorlar. Gözleri Akdenizden daha deniz. Döke döke eve yürüyorsun
sevincini; sokaklara bulaştırıyorsun. Kapıyı çalıyorsun; içerde, sıcak vuran
yüreklerle bölüşeceksin muştuyu. Koynunda ki güvercini çıkarıyorsun. Kapı
açılmıyor. Güvercinin kanadı ıslak. Güvercin no’lur ağlama! Güvercinin
sıcacık vuruyor yüreği. Gözleri Akdeninden daha deniz. Sevincin yüreğini
zehirliyor. Güvercini koyveriyorsun. Posta kutusunun başındasın. Posta kutusu açık.
Posta kutusu mezar. Sevincini gömüyorsun. Münker nekir oluyorsun. Güvercine sıcak
vuran yürekleri soruyorsun. Posta kutusunu kapatıyorsun; düşünüyorsun.
Düşünüyorsun. Öğrenmişsin, kapalı
kapıların ardındaki karanlığı adın gibi aklında tutuyorsun. Umuda ihtiyacındaki
vanilya kokusu, insanlık komedyasının boş sahnesinde ki kıskançlık ve nefret,
hırçın sevişmelerdeki sıcak yürek vuruşu, üzerinde heves kıran “Do not
disturb” yazılı kapıların ardındaymış; farkına varıyorsun. Sigaranın külü
sarkmış, ateşi parmaklarını yakıyor; düşünüyorsun.
Düşünüyorsun. Kapın açık…
Abdulsamet DİNDAR
Şubat-1999